Kureyş, Hz. Peygamberin mensup olduğu kabilenin adıdır. Sûrede Kureyş’e Câhiliye döneminde sağlanan ticari kolaylıklardan, güvenlik, zenginlik vb. imkânlardan bahsedilmekte, bunlardan dolayı yüce Allah’a minnettar olup kulluk etmek gerektiğine dikkat çekilmektedir. Haberimizde Kureyş Suresi’nin Arapça yazılışını, Türkçe okunuşunu, Türkçe anlamını, fazileti ve tefsirini bulabilirsiniz…
Kureyş Suresinin Arapça ve Türkçe okunuşu
Bismillâhirrahmânirrahîm.
Li îlâfi kurayş.
Îlâfihim rihlete’ş-şitâi ve’s-sayf.
Felya’budû Rabbe hâze’l-beyt.
Ellezî et’amehum min cû’ın ve âmenehum min havf.
Kureyş Suresinin Türkçe Meali
Mekke döneminde nâzil olmuştur. Dört âyettir. Adını ilk âyetinde geçen ve bir kabile adı olan “Kureyş” kelimesinden almıştır.
Rahmân ve Rahîm Allah’ın adıyla
1. Kureyş (kabilesi, güvenliği sağlanıp sefere) alıştırıldığı (ve başkalarıyla uzlaştırıldığı) için;
2. Kış(ın Yemen) ve yaz(ın Şam) seferine (Allah’ın) kendilerini alıştırdığı (ve başkalarıyla uzlaştırdığı) için;
3. Şu Beyt’in (Kâbe’nin) Rabbine kulluk etsinler.
4. O (Rab) ki onları (Kâbe hürmetine) açlıktan (kurtarıp) doyurmuş, hem de kendilerini korkudan güvene kavuşturmuştur.
(Allah’a şükrün gereği O’na imandır; iman ise O’na teslimiyettir.)
Kureyş Suresinin Tefsiri
“Kureyşi, bir araya getirip anlaştırdığı için,
Onları ticâret yapmak üzere kış ve yaz yolculuğuna alıştırdığı, başkalarıyla ısındırıp yakınlaştırdığı için,
Artık onlar da bu Beyt’in Rabbine kulluk etsinler!
Öyle bir Rab ki onları açlıktan kurtarıp doyurmuş ve korkudan emin kılmıştır.”
Kureyş, Resûlullah (s.a.s.)’in kabîlesidir. Mekke’de Kur’ân-ı Kerîm’e ilk muhatap olan kimselerdir. Aralarından Peygamberimiz (s.a.s.) gibi bir insanın çıkmış olması aslında onlar için en büyük bir şereftir. Resûl-i Ekrem (s.a.s.), “Sen, önce yakın akrabanı uyar!” (Şuarâ 26/214) âyeti nâzil olunca ilk defa önce kendi akrabaları olmak üzere bu kabileyi İslâm’a davet etmiştir. Fakat bir kısmı iman etmekle birlikte, çoğu Efendimiz (a.s.)’ın davetini reddettiler, ona inanmadılar. Hatta neticesi kanlı savaşlara varan çok şiddetli bir mücâdeleye giriştiler. Bu mücâdele Mekke’nin fethine kadar sürdü.
Mekke’nin fethiyle birlikte Kureyş’in düşmanlığı da tamamen ortadan kalktı. Bundan itibaren, İslâm’ın dünyaya yayılması için Kureyş hep ön saflarda mücadele vermiştir.
İşte Cenâb-ı Hak bu sûreyi indirip, Kureyş’e olan büyük ihsanlarını hatırlatarak, risâletin henüz ilk zamanlarında onları şirki terk edip yalnız kendine kulluğa davet etmektedir.
Burada Kureyşe verilen dört büyük nimete dikkat çekilir:
Birincisi; Allah, Kureyşi bir araya getirip anlaştırmış, birbirine ülfet ettirip sevdirmiştir. Âyette ا۪يلَافٌ (îlâf) kelimesi kulanılır. “Îlâf”, “ülfet etmek, ısınmak, alışmak, ünsiyet etmek, uyuşup kaynaşmak, anlaşmak, antlaşmak, ahitleşmek” gibi mânalar taşıyan şümullü bir kelimedir. Burada ise “Kureyşi alıştırmak, ısındırmak; Kureyşin birbiriyle veya başkalarıyla ahidleşmesi, antlaşması, anlaşması, îtilâf etmesi veya ettirmesi” mânalarını da ifade eder. Nitekim tarihî bilgilerden öğrendiğimize göre Kureyş, dedeleri Kilab oğlu Kusay zamanında Hicaz’ın her yerinde dağınık durumdaydılar.
İlk defa Kusay onları Mekke’de topladı. Geldiler, Beytullah’ın hizmetini ellerine aldılar. Kusay’a bu hizmetinden dolayı “toplayıcı” lakabı verilmiştir. Bu şahıs Mekke’de bir şehir devleti kurmuş, Arabistan’ın her yanından gelen hacılara hizmet için en iyi idareyi tesis etmişti. Bundan dolayı Kureyş, Arap kabileleri arasında ve her yerde güven sağlamıştır.
Daha sonra Kâbe’nin de insanlar nezdindeki itibarını kullanarak Kureyş çevre bölge ve ülkelerle münâsebetlerini geliştirmiştir. Çevredeki kabileler ve devletler, kendileriyle olan bu yumuşak, sıcak ve uyumlu ilişkilerinden dolayı Kureyşlilere اَصْحَابُ الإيلَافِ (ashâbu’l-îlâf) yani “ülfet eden, ülfet edilen güzel insanlar” diyorlardı. Cenâb-ı Hak öncelikle onlara bu nimetini hatırlatıyor. Eğer isteseydi onları bir araya getirmez, aralarına fitne fesat girer, kendi aralarında boğuşurken çevrede hiçbir itibarları kalmaz ve dünya ile bu ülfet ve anlaşma hâli gerçekleşmezdi.
İkincisi; özellikle ticaret yapıp geçimlerini sağlamak için onlara kış ve yaz yolculuklarını kolaylaştırmış, onları buna alıştırıp ısındırmıştır. Mekke dağlık ve çöllük bir şehirdi. Geçimlerini sağlayacak ne ziraat, ne hayvancılık, ne de başka bir şeye müsaitti.
Özellikle Kâbe’yi yıkmaya gelen Fil ordusunun mûcizevî bir felâkete maruz kalarak Kâbe’yi yıkma teşebbüslerinin başarısızlıkla sonuçlanması üzerine Kureyşlilerin hem çevre kabileler, hem de bu mûcizevî hâdiseyi duyan tüm bölge halkları nezdindeki saygınlıkları iyice arttı. Hatta emirler, krallar, sultanlar onlara saygı gösterir olmuşlardı. Bu sebepledir ki, başkaları çöllerde haydutların saldırılarına uğrarken, Kureyşliler büyük bir emniyet içinde yukarıda bahsedilen seferlerini ve ticaretlerini yaparlardı.
Üçüncüsü; onlar aç idi, Allah Teâlâ onları doyurdu. Mekke bir zamanlar kuş konmaz kervan geçmez dağlar arasında suyu, toprağı, bitkisi, ziraati olmayan kurak bir şehir iken, Hz. İbrâhim’in duası ve Kâbe’nin hürmeti ile bereketlendi. O dua âyet-i kerîmelerde şöyle bildirilir:
“Rabbimiz! Ben zürriyetimden bir kısmını senin her türlü hürmete lâyık Mukaddes Evin’in yanında ekin bitmeyen bir vâdiye yerleştirdim. Rabbimiz, namazı dosdoğru kılsınlar diye böyle yaptım. Sen de insanlardan bir kısmının gönlünü onlara yönlendir ve onları çeşitli ürünlerle rızıklandır ki sana şükretsinler.” (İbrâhim 14/37)
“Bir de İbrâhim: «Rabbim! Burayı emniyetli bir belde kıl; halkından Allah’a ve âhiret gününe iman edenleri de çeşit çeşit mahsullerle rızıklandır!» diye yalvarmıştı.” (Bakara 2/126)
İbrâhim (a.s.) bu dualarının bereketi ve Beytullâh’ın hürmeti ile yukarıda arz edildiği gibi Allah Teâlâ Kureyşi, yaz ve kış ticaret seferlerine alıştırmış, ısındırmış, böylece onları, o muhitte tabiî olması lazım gelen açlıktan korumuştur.
Dördüncüsü; onlar büyük bir korku içinde idiler; Allah onları emniyete kavuşturdu. Bundan da maksat, ilk olarak Fil ashâbının kendilerinden defedilmiş olan korkusudur. Bununla beraber Cenâb-ı Hak Mekke’yi emniyetli bir bölge kılmıştı. Bu bölgeye “Harem” denmekteydi. Mekke’nin ismi اَلْبَلَدُ الأم۪ينُ (el-Beledü’l-Emîn)di. Etraftaki şehirler, bölgeler anarşi ve terörle sarsılırken, insanlar haksız yere yakalanıp öldürülürken, malları gasp edilirken Mekke’de Kureyş büyük bir emniyet içinde yaşıyorlardı. Âyet-i kerîmede bu durum şöyle haber verilir:
“Çevrelerindeki insanlar yakalanıp götürülürken ve malları yağma edilirken, yaşadıkları Mekke’yi can ve mal emniyeti bakımından güvenilir ve mukaddes bir Harem bölgesi kıldığımızı görmezler mi? Buna rağmen onlar hâla saçma ve asılsız inançlar peşinde koşarak, Allah’ın nimetlerine karşı nankörlüğe devam mı edecekler?” (Ankebût 29/67)
Cenâb-ı Hak onlara lütfettiği bu büyük nimetlere bir şükür olmak üzere Kureyşi, çok iyi bildikleri, hürmet ve bereketinden faydalandıkları Beytullah’ın Rabbi sıfatıyla yalnızca kendisine kulluğa davet etmektedir. Putperestliği terk edip tevhidi kabule çağırmaktadır.
Peygamber (s.a.s.) ve Kur’an’a itaat davet etmektedir. Onlardan, Beytullâh’a ve Belde-i Emîn’e layık insanlar olabilmeleri için Allah’ın birliğini tanıyarak onun yolunda ve onun emirlerini yerine getirme uğrunda mücahede etmelerini, O’na layık kul olmaya çalışmalarını, tevhid dini olan İslâm’a kamil iman, sıdk u sadakatle sarılmalarını istemektedir. Zira Kureyş suresinden sonra gelen Maun suresinde de açıklanacağı üzere, tam bir teslimiyet ve samimiyet içinde yapılmayan, içerisinde merhametsizlik, cimrilik ve gösteriş gibi hakiki imana aykırı manevî hastlıklar barındıran bir kuluk insana faydadan çok zarar getirecektir.